Eee Kolye Nerde?

'Hiç çıkarmayacağım dedin. Eee, kolye nerde?'' Azizler filminde İrem Sak'ın canlandırdığı karakterin takılıp kaldığı bu soru ve adeta bozuk bir plağa dönüşmesi çok uçuk bir durum gibi gözükse de, aslında sana, bana çok tanıdık geldi değil mi? Eminim, cevabını bulamadığın, düşündükçe içinden çıkamadığın bir sürü dönme dolaba binmişsindir sen de benim gibi. Hele de biraz kaygılı bir yapın varsa... İnsan endişelenmenin hiçbir işe yaramadığını bile bile, neden endişelenmeye devam eder? Sanırım çaresizlik duygusundan kurtulmak için... Yani elimiz kolumuz bağlı, hiçbir şey yapamıyor olmaktansa ''bir şey yapıyorum, en azından endişeleniyorum'' diyerek kendimizi avutuyoruz.

Çok düşünürsem, daha fazla çözüm bulurum yanılsaması bu. Oysa aynı şeyi, aynı şekilde düşünüp durdukça, daha çok geriliyoruz. Gerildikçe normalde bulacağımız çözümleri de bulamaz hale geliyoruz. Gözlükleri çamurlu bezle temizlemeye çalışıp, iyi görmeyi beklemek gibi... Hatta kaygılı olursak, başımıza gelecek kötü olayları engelleyebileceğimizi sanıyoruz içten içe. Tabi bu gerçek bir tedbir alma şekli değil. Sadece bir yanılsama... Ama biz de haklıyız. Çocukken örnek aldığımız anne, babamızın kaygılı bir yapısı varsa, doğru olan kaygılanmak diye düşünürüz tabi. ''Kaygılanmazsan başarılı olamazsın, ya da tehlikeye açık hale gelirsin; kaygılı insanlar iyidir; kaygı bir sevgi gösterme biçimidir; o endişeli hal ve merak aslında sana olan sevginin bir göstergesidir'' diye düşünmekten başka çaremiz yoktur. Öyle öğrenmişizdir. Çocukken ne bileceğiz ki bunun aslında öyle olmadığını. Ağaca çıkıp oynamak istediğimizde, annemizin ''aman sakın yapma canım, bak ben merak ederim seni'' demesiyle başlarız isteklerimizden ödün vermeye... Yaramazlık yaptığımızda bazen anne babamız küser, surat asar; tabiri caizse trip atarlar. Yani onların istediği gibi davranmadığımızda reddedileceğimizi, kendi istediklerimizi yaptığımızda ise onları üzeceğimizi öğreniriz. ''Aman kızım, çok koşma, bak hasta olursan ben çok üzülürüm. Aman oğlum notların düşük gelirse, baban çok üzülür, arkadaşlarının yüzüne bakamaz. Aman kızım misafirlerin yanında azıcık dikkatli davran, yoksa biz çok mahcup oluruz...'' Vicdan azabımız böyle başlar işte... Kendimiz için bir şey yaptığımızda duyduğumuz o rahatsız edici his... Ya da dünyada acı çeken insanları gördüğümüzde, ben niye mutluyum şeklinde kendini hissettiren duygu. Ya da şimdi her şey yolunda gidiyor, kesin başıma bir şey gelecek hissi. Çünkü mutluysak, keyfimiz yerindeyse, kendimiz için bir şey yapıyorsak, başka birileri kesin mutsuz oluyordur... Kafamızın içindeki anne, baba, otorite surat asmaya, trip atmaya, ayıplamaya devam etmektedir. Sonra bir bakarız ki kırk yaşını geçmişiz, ama hala aynı vicdan azabı ile kıvranıyoruz. Hatta kendi ailemizi kurmuşuz. İşimiz gücümüz var, ama o onay bekleyen çocuk halimiz hala içimizde. Tatile gideceğiz mesela eşimizle. Ama anne babamıza söylediğimizde üzülecekler diye hala içimiz cız ediyor. Hep onlardan ''oh canım ne güzel, tabi gidin eğlenin, keyfini çıkarın'' demelerini bekliyoruz içtenlikle. Ama o cevap hiç gelmiyor. Onun yerine ''Ay biz çok sıkılacağız şimdi siz gidince tek başımıza'' gibi hüzünlü ya da ''hımm kaç gün kalacaksınız, ay dikkatli olursunuz orda değil mi, başınıza bir şey gelmesin'' gibi endişeli bir ses duyuyoruz sadece. Keyfimiz kaçıyor yine, daha gitmeden tatile... Sonra yolda giderken dilencileri görüp içimiz kötü oluyor, benim niye param var diye. Sonra kansere yakalanan bir tanıdığı öğreniyoruz ve diyoruz ki eğer ben tatilde çok eğlenir ve mutlu olursam, bunun bedeli ne olacak? Çok mutlu olursak, ardından kesin kötü bir şey gelir, kanser manser gibi Allah korusun... Mutluluk böyle içinden çıkılmaz bir probleme dönüşür işte... Çünkü çocukken öğrenmişizdir, zevk aldığımız bir şey yaparsak ya anne babamız (başka biri ) üzülür, ya da bizim başımıza kötü bir şey gelir (çok oynarsan, hasta olursun) gibi... Bir bedel ödemeliyiz yani! Bir ceza! Marcel Proust'un annesine yazdığı mektubunda geçirdiği astım ataklarından bahsettiği gibi... Seni mutsuz etmek ve bu atakları geçirmemek yerine atakları geçirmeyi ve seni mutlu etmeyi tercih ederim.” Yani kendim olup, istediğim hayatı yaşayıp sağlıklı, mutlu, huzurlu bir birey olup seni mutsuz etmektense, hastalıklı olup yani sana bağımlı olup, seni mutlu etmeyi tercih ederim demek aslında bu...Biz de yapmıyor muyuz bunu bazen? Hadi itiraf edelim kendimize... Bencil gözükmemek için, reddedilmemek için, sınır koymanın ve birey olmanın güçlükleriyle yüzleşmemek için? Ödümüz kopuyor anne babamızı, belki çocuğumuzu, belki eşimizi incitmekten. Onlara sevgimizi göstermenin şekli bu zannediyoruz. Kendimizden ödün vermek! Çünkü böyle öğrendik sevgiyi. Peki daha ne kadar bu böyle sürecek? Kendimizi ya da onları suçlamak ne işe yarayacak? Hiçbir işe... Çünkü zaten kimsenin burda çoğu zaman kötü bir niyeti yok... Herkes yapabildiği en iyi şekilde seviyor, kendi öğrendiği biçimde. Ama işte sorun şu ki bize çocukluğumuzda öğretilen fedakarlığın, birilerinin istekleri üzerine kurulduğunu, bunun bir yaşam şekli, bir zorunluluk olmadığını hatırlamamız gerekiyor. Çünkü aklımız oyun oynuyor çoğu zaman bize: ''Endişeli olmak, sorumluluk sahibi olmak demektir; insan sevdiği için kaygılanır'' gibi düşüncelerle dolduruyor içten içe bizi. İşte o noktada da mutluluğu hak etmediğimize ya da mutluluğumuzun illa ki başka birine mutsuzluk getireceğine inamaya başlıyoruz.

 

Bizim kültürümüzde çok gülme ağlarsın derler, yani açık açık mutluysan tedirgin ol, çünkü her an seni ağlatacak bir şey gelmek üzere, telkinidir bu... Sanki gelen mutsuzluk direkt bizim mutlu olmamız yüzünden gibi. Mutluluğun karşılığında bir bedel ödemek gerekiyor yani. Ama sadece bizim kültürümüzde değil, İngilizce'de de kullanılan bir deyim var: ''Waiting for the other shoe to drop'' (ayakkabının diğer tekinin düşmesini beklemek). Kötü bir şeyin olmasını bir ''ayakkabı teki'' olarak düşünün, onun mutlaka başka bir teki daha vardır. İşte o acaba ne zaman düşecek diye endişe etme hali için kullanılıyor bu tabir. Geçen İngiliz arkadaşım, eşiyle çok mutlu bir evliliği olduğunu, sağlığının yerinde olduğunu, anne babasını çok sevdiğini, ama her an kötü bir şey olacak diye çok korktuğunu, sanki hayatın/evrenin/tanrının ondan bu mutluluk için bir kurban, bir bedel istemesinden endişe ettiğini anlattı. Sürekli diğer ayakkabı tekinin düşmesini bekliyorum dedi tedirgin bir şekilde. Peki dedim ''ya şimdiye kadar o mutlu evliliğe ve işine ulaşana kadar ödediğin bedeller ve çaba, beklediğin ayakkabı teki olamaz mı? Belki çoktan düşmüştür o tek... Belki şimdi rahatlama zamanıdır.'' Hadi değil diyelim. Hadi ayakkabı teki daha düşmedi, düşecek diyelim. Sürekli ay ne zaman düşecek diye hayatımızı mahvetmek yerine düştüğü zaman bir çaresine bakmak daha iyi olmaz mı? Belki de minik bir sıyrıkla geçecek. Belki hiç düşmeyecek. Belki acıtacak ama acıttığı yerden büyütecek...

 

Leo Buscaglia diyor ki "Endişeler yarının üzüntüsünden eksiltmez, sadece bugünün sevincinden mahrum bırakır." Gerçekten de şimdiden endişe ederek hangi acının gelmesini engelleyebildik ki? O yüzden, düşen ayakkabılardan korkmak yerine, onları toplayıp koleksiyon yapmayı, hatta onları ruhumuzun modasına en uygun şekilde giyip, salına salına dolaşmayı başarırız belki birgün Çünkü ayakkabının kafamıza düşmesi muhtemelen bizi öldürmez, ama sürekli endişeyle onun düşmesini beklemek, ''ee ayakkabının teki nerde?'' diye takılıp kalmak yaşama sevincimizi yüzde yüz öldürür. Son söz olarak, ''hiç çıkarmayacağım dedin, ee kolye nerde?'' diyenlere... Kolye hep sende... Hep sende...

 

Şubat 2021 Bavul Dergisi'nde yayınlanmıştır.

 


Yorum Yaz