LÜTFEN KAFAYA TAKIN!

Dört tarafı denizlerle çevrili kara parçasına ada, dört tarafı densizlere çevrili yara parçasına da kalbim denir. Tam da o yaradan bildiriyorum: Bize daima kendimizi değersiz hissettirenler olacak ve yaralarımız asla onları açanlarla iyileşmeyecek.

 

Onu kırmayayım, bunu kaybetmeyeyim derken kendimin en az dörtte birini kaybettiğimi fark ettim. Kalan dörtte üçüme bari sahip çıkayım. Yoksa azalıyor insan günden güne. Azaltıyorlar. Değersiz, eksik, kusurlu olduğuna ve yanlış yaptığına inandırıyorlar. İçine atıp hastalanmaktan değil de tepki göstermekten korkar oluyorsun çünkü konuştuğun anda dinlemek istemiyorlar. Çünkü dinlemek, emek istiyor, anlayış istiyor... Ve buna üşeniyorlar. Ve biz de inatla yaraları açan insanlardan anlayış bekledikçe, çırpına çırpına derdimizi anlattıkça, yara daha da büyüyor. Sonra da diyoruz ki ''ah kendim, ona bu sınırı aşma hakkını sen verdin! Oysa sınır koymak, kendi ihtiyaçların için ayağa kalmak demektir, kötü olmak değil. Artık bazı insanları çözmek için kendini düğümlemeyi bırak!''

 

Çünkü sınırı aşan insanların yokluğuna katlanmak, onların yüzümüze gülüp arkamızdan yaptıklarına katlanmaktan daha kolay...

 

 

Nerden mi biliyorum? Çünkü ben bir zoba mıknatısıyım. Kimi boyumla, kimi saçımla, kimi sesimle dalga geçti. Adımla bile dalga geçtiler. Aydilge diye isim mi olur diye! O yüzden zorbalığın sadece kendime değil, başkalarına yapılmasına da tahammül edemeyen bir paratonere dönüştüm. Şöyle lüzumsuz laflar etmeyeceğim size: ''Bedeninizi sevin!'' ve ya ''Sizinle şişmansınız, çirkinsiniz, kısasınız vs. diye dalga geçen kimseyi kafaya takmayın!''

 

Yok, böyle işe yaramaz laflar söylemeyeceğim. Çünkü insan takıyor. Hele çocukken, henüz benlik duygumuz tam olarak gelişmemişken, başkalarının bizi nasıl gördüğü, kendi gözümüzden daha kıymetli oluyor. Ve biz o yaralı çocukluğumuzun üzerine, kırık dökük kalbimizin harcıyla yetişkinliğimizi inşaa etmeye çalışıyoruz. O kırıkların üstüne yatıp uyumaya çalışıyoruz her gece. Sabah kalkınca ondan her yerimiz ağrıyor belki de...

 

Biliyorum, ne zaman üzüldüğünüzü söylesiniz, ''takma bu kadar, sen de amma alıngansın, ne var ki bunda, şaka yaptık'' diyorlar. Ama takın! Vallahi takın. Hasır altı etmeyin. Çünkü herhangi bir özelliğiniz nedeniyle ötekileştirildiyseniz, ezildiyseniz, şiddete uğradıysanız, bunun adı şaka değil zorbalıktır. Biri sizi aşağılamaya kalktığında lütfen şunu da hatırlayın: ''Ben mi gerçekten aşağılığım, yoksa beni ezmeye çalışarak kendini tatmin etmeye çalışacak kadar düşen kişi mi?'' Ama bir tarafımız öyle çok inanır ki o zorbanın sözlerine, adeta bayrağı ondan devralıp, kendi kendimize de zorbalık yapmaya başlarız.

 

Kendimizi yargılama alışkanlığı ve başkalarının dayattığı mükemmeli yakalama arzumuz, daha iyi hayatlar yaşamamıza ve daha iyi insanlar olmamıza yardım eden bir özellikmiş gibi bizi kandırır. Ancak gerçekte endüstrilerin kar amacıyla kafamıza kafamıza dayattığı ''mükemmel'', asla tatmin edilemeyen irrasyonel bir zorba olarak işlev görür. Ve bu içsel zorba git gide bizi hasta eder.

İşte o yüzden hepimizin psikolojik sıkıntıları var. Kimimiz fazla yiyerek, kimimiz aşırı alışveriş, ya da aşırı spor yaparak, kimimiz sürekli video oyunu oynayarak, kimimiz bedenimizle bir türlü barışamayıp sürekli estetik yaptırarak bir şekilde içimizdeki huzursuzluğu yenmeye çalışıyoruz. Özellikle belirli ürünlerin ve sektörlerin kar etmesi için dayatılan güzellik algıları, bedenimizden nefret etmemize neden olup bu huzursuzluk ateşini yangına çeviriyor. Bütün o dergiler, haberlerdeki sahte kahramanlar, moda programları, instagram fenomenleri bize belli bir tarzın, ten renginin, düşünce biçiminin güzel, şık, havalı, doğru ve ya cool olduğunu iddia ediyor. O ürünlerin satılması için de hepimizin bu yalana inanması gerekiyor. Kabul edilen, onaylanan tarzlardan birini üstümüze kalıp olarak geçirdiğimizde otomatik olarak biz de onaylanacağımızı sanıyoruz ama aslında başkalarına benzeyeyim diye kendimizi kaybediyoruz. Bu şekilde zorbalardan korunuruz sanıyoruz. Ama yanıldığımız şey şu: ''Ben'' herkese benzeyince, geride bir ''ben'' kalır mı? Zorbaları sıcak tutmak için kendimizi yakışımızın hikayesidir bu. ''Kendin ol, diğerlerinden zaten var'' sözünü duvara assak da, o da düşüp alevlerin içinde kaybolur...

 

Oysa zorbalık, aslında güçsüz insanların silahıdır. Gerçekten güçlü olan insanlar ise başkalarını aşağılayarak iyi hissetme ihtiyacı duymazlar... Özellikle fiziksel özelliklerimizle ilgili yapılan her hakaret, bedenimize yapılan bir nevi sözlü tecavüzdür de. Kirli sözcüklerle insanların kalbinde dolaşma vizesi almaya kimsenin hakkı yoktur. Tabi ki bu demek değil ki yedikçe yiyelim, obez olmayı alkışlayalım, kendi sağlığımıza zarar veren alışkanlıklarımızı sevelim ya da bedenimiz hastalanıyorsa, onu olduğu gibi kabul edelim! Hayır bu bedenimiz ne olursa, nasıl görünürse görünsün, değerli olduğumuzu bilmek demek. İyi insan, ahlaklı, güzel insan olmanın bedenle alakalı olmadığını ve insanın fiziksel, ırksal görünümleri üzerinden kategorilendirilmemesi gerektiğini savunmak demek. Ama bazı insanlar bunu anlamaz çünkü onların ruhu cehennem gibidir ve o yüzden başka insanların da hayatları cehenneme dönsün isterler. Ben yanıyorsam herkes yansın derler. Oysa başkasını yakarak kendi cehennemini söndüremezsin. Başkası ile dalga geçerek, aşağılayarak, kendi komplekslerini iyileştiremezsin. Bir insanın şişman yada zayıf, siyah, beyaz, mor, turuncu olması da çirkin olduğu anlamına gelmez. Benim gördüğüm tek bir çirkinlik var, o da kilolu olduğu için ağlatılan, sivilceleri nedeniyle kendi yüzünden nefret eder hale getirilen, burnu büyük diye o burnunu koparıp atmak isteyecek kadar acı çeken, ten rengini, fakirliğin, ırkını kazıyıp atmak isteyen paramparça insanların olduğu bir dünyada yaşıyor olmak. İşte asıl çirkinlik bu... O yüzden bir daha birini incitecekken şunu hatırlayın lütfen , o insanın kalbine bir atom bombası atmak üzeresiniz. Abartma demeyin bana. Bizler sadece silahla bıçakla değil sözler ve danranışlarla da öldürebiliyoruz birbirimizi. Birbirimizin atom bombasıyız adeta... Şimdi bir düşünün bir zorba olarak mı hatırlanmak istiyorsunuz? Başka birinin kalbindeki deliklerden sorumlu olmanın ağırlığını taşımak mı istiyorsunuz? Olmak istediğiniz kişi bu mu?

Bu mu?

 

Bavul 2021 Eylül sayısında yer almıştır.


Yorum Yaz