Özümüzü Linç Ederken

Bu hep böyle oldu. Kaya, hep bir şeylerden korktu. İçinde bir tedirginlik... Bazen nedenli bazen nedensiz, ama hep bir huzursuzluk... Tamam abartmayayım, günün yirmi dört saati böyle değildir, ama genel olarak böyle. Çocukken yalnız yatmaktan korkardı; bir dönem aşı olmaktan korktu; bir dönem yolculukta çok karnım ağrırsa diye korktu. Biri gitti, diğeri geldi. Şimdi eşşek kadar oldu ama hala bir sürü şeyden korkuyor. Zor bir hayat, kolay değil. O tedirginlik hali inanılmaz sinir bozucu. Neyse ki çabuk da neşelenir. Yerin dibine çakıldı mı kalkar bir süre sonra. Ondan önce beş çocuk düşürmüş annesi; o ise inatla tutunmuş ana rahmine. O yüzden düşer düşer, inatla kalkar. Bu arada içeride fenalık bastığı için daha yedi buçuk aylıkken çabucak çıkıvermiş annesinin karnından. Orada da güvende hissedememiş demek ki. Güven yerine sürekli düşeceğinden korkan ailesinin enerjisini hissetti belki de. Attı kendini dışarı. Dışarı demişken, dışarıya çok anlayışlı, kendine süper anlayışsızdır. Sıkıldığında, üzüldüğünde, ''Ay Kaya, of Kaya gerçekten şu tedirgin hallerin beni sinir ediyor, ne kadar zayıfsın,'' der kendine. Hatta iyice abartır, ''Senin mayanda bir bozukluk var'' şeklinde ezer geçer kendini. Ama başkası ona içini döktü mü, o yargılayıcı yanı yok olur gider. Bozuk, sağlıklı, iyi, kötü kavramlarının göreceliğine inanan, şefkatin gözüyle gören tarafı ortaya çıkar. Acı çeken, üzülen, kızan, kırılan Kaya'ya ise toleransı neredeyse yoktur. O yüzden içi şişer şişer durur. Yine şiştiği bir gün terapiye gider. Başından geçen berbat bir olayı anlatırken gülerek anlattığının farkında değildir. Terapist ''Pardon, niye gülüyorsunuz diye sorar dan diye. ''Anlattığınız şey, hiç komik değil ki. Hatta çok üzülmüşsünüzdür muhtemelen, ama şimdi niye gülüyorsunuz?''

Tokat gibi iner bu soru, hakikaten niye gülüyordur? Güçlü görünmek için ''Acımadı ki!'' diye bağıran bir çocuk mudur hala? ''Esneyen bambu, direnen meşeden daha güçlüdür” der terapisti. Boş boş bakar Kaya havada uçuşan bu Japon atasözüne. ''Yani bambu çok büyük fırtınalarda bile esneyebildiği için kırılmazken, kaya güçlü gibi görünse de sert bir darbede kırılabilir, paramparça olabilir Kaya bey'' diye açıklar terapisti. ''Asıl güç, o acıyı ve üzüntüyü kabul edebilmek, şefkat duyabilmek ve ondan kaçmak yerine onunla beraber dans edebilmektir. Onu onurlandırabilmektir,'' der terapisti. Onurlandırmak da ne şahane bir kelimedir! Ama işte içini doldurmak da hiç kolay değildir.

Kaya, birazcık bambulaşmaya, daha huzurlu ve kendine şefkat gösteren biri olmaya karar verir. O kelimenin içi dolacaktır! Aynanın karşısına geçip kendimi çok seviyorum demekle olmaz bu iş tabi. ''Farkındalık'' kelimesini kullanmakla da olmaz. Zira her şeyin farkında, ama huzursuzluk parkındadır. O parkta dolanırken, bir gün bir yazıya denk gelir. ''Duygularımız bizi hasta etmez, ama duygularımızı doğru yaşamazsak hastalanırız'' der yazıda. Tamam da duyguyu yaşamak, bastırmamak nasıl olacak? Kaya onu çözememektedir işte. Düşünür: ''Ne yani üzülünce, yerlere yatıp tepinecek miyim üzgünüm diye, ya da kızınca gidip sağa solu yumruklayıp çok kızdım diye mi bağıracağım? Ben sevmem ki öyle abartılı şeyleri. Hem asabi derler, ya da bu ne ya, sulu zırtlak derler. Ne o öyle ruh hastası gibi tepinmek falan...'' İşte tam da o anda fark eder. Dannnn! Duyguyu yaşayamamak tam da budur. Hissettikleri ile ilgili o kadar çok düşünce üretmektedir ki, yaşadığı şeyi yaşamaktan ziyade üzerine koyduklarıyla uğraşmak zorunda kalmaktadır. Ne zaman kötü bir hissi olsa, o hissin neden geldiğini, ne anlattığına bakmadan acımasız yargılarla kendini ezmektedir: ''Yahu şimdi nereden çıktı bu iç sıkıntısı, öf Kaya bıktım senden. Sende bir bozukluk mu var acaba? Ben senin böyle biri olmanı istemiyorum. Azcık güçlü ol. Kaç yaşına geldin çocuk gibi korkuyorsun! İnsanlar şu halini görse çok zayıf olduğunu düşünürler!'' Yani kaygı duyduğu için kaygılanır. Kaygılandığı için kendine kızar. Kaygılandığı için utanır. Bu kaygı ne diyor, neye işaret ediyor demeden üzerine bin tane yeni duygu bindirir. Böylece de temelde ''öcü'' olarak gördüğü ''kaygı''dan kaçar. Kaçtıkça batar. Aslında biraz kaygının gözünün içine baksa, ne anlatıyorsun kardeş sen bana dese belki bu kadar ''Duysana beni, sağır mısın'' diye bas bas bağırmak zorunda kalmayacak o da. Tatlı tatlı konuşacaklar. Tamam abartmayalım çok tatlı bir sohbet olmasa da en azından iki çift lafın belini kıracaklar.

Geçen gün sokakta bir çocuk görür Kaya. Nasıl da tatlı bir şey. Hüngür hüngür ağlıyor. Gider yanına, ''Ne ağlıyorsun be!'' der. '' Sulu zırtlak mısın, ne bu böyle sürekli hüngür hüngür! Çocuk dediğin oynar, mutlu olur. Ayıp değil mi böyle el aleme rezil ediyorsun kendini. Sende bir bozukluk falan mı var acaba? Ya git beni rahat bırak, gözüm görmesin, keşke böyle bir çocuk olmasaydın!'' 

Böyle yazınca çok garip oluyor değil mi? Vay Kaya'ya bak ne pis bir adammış diyor insan. Ama çoğumuzun kendi içimizdeki korkmuş ve incinmiş çocuğa verdiğimiz tepki ne yazık ki böyle. Kaya da kendi ağlayan çocuk haline böyle davranıyor işte. Bütün bu iç huzursuzluklarımız, küçük hallerimizin korkmuş yansımaları aslında. O çocuklar hala yaralı bir şekilde içimizde bekliyorlar. Duygularımızı sağlıklı bir biçimde yaşamamıza izin vermeyen bir toplumda yaşıyoruz çünkü... ''Ağlama ayıp, ne var bunda bu kadar kızacak, üzülecek'' ya da ''çok gülme ağlarsın'' gibi lafları hep duymadık mı? İstemediğimiz bir şeye tepki verdiğimizde yaramaz çocuk, istemeden yap denileni yaptığımızda cici çocuk olmadık mı? Ama sıkıştı kaldı işte o çocuklar bir yerlerde. O yüzden kendimize anne ve babalık yapmayı öğrenmemiz gerekiyor belki de. Şimdi izninizle birazcık o ağlayan halimizle konuşalım istiyorum. Bu sefer ''Gel bakalım niye ağlıyorsun. Mutlaka bir çaresini buluruz, bulamazsak da ben yine senin yanında olurum ve beraber atlatırız'' diye başlayalım söze. İstiyorum ki yine ağlasınlar. Ama mutluluktan... ''Sonunda biri beni duydu, biri beni dinliyor; oh be anlaşılıyorum'' diye. Ve çıksın artık o çocuklar, onları hapsettiğimiz kuytulardan güneşe...

Yalnız değilsin şarkım da tüm yaralı çocuklara hediyem olsun... Sevgimle...

Bavul Dergisi Ağustos 2020 sayısında yayınlanmıştır.


Yorum Yaz