Pis Şişko!

Okuldaki dansa, şişko diye kimse çağırmamış onu. Bir peri gelsin de, onu Sindrella gibi incecik ve güzel bir kız yapsın diye bekleyip durmuş. Oysa, şişmanlar masal kahramanı bile olamazmış. Şişman bir Rapunzel, şişman bir Sindrella, şişman bir Pamuk Prenses hiç yazılmamış. Ya kötüler ya da ''iyi kalpli ama aptal'' karakterler şişman olurmuş. Masallar bile masum değilmiş aslında... Şimdi kız ölmek üzere ve bu masal değil, gerçek. Beğendiği çocuk ona, “Domuz kadar şişkosun!” dediğinde, ilk adımını atmış ölüme.

 

Gazetede çıkan haberdeki yüzeysel bilgilere rağmen başına neler geldiğini az çok tahmin edebiliyorum. Aylarca rejim yapar kız. Sadece zayıflamak değildir mesele. Amacı, onurunu kurtarmak, tüm dünyaya ispat etmektir zayıflayacak kadar güçlü olduğunu. İntikam almaktır tüm alaycılardan. Tüm bu hırsına rağmen, fazla zayıflayamayan kız, son çare olarak şu meşhur diyet haplarından yutmaya başlar. Ama, onların da işe yaramadığını görür. Tam umutsuzluğa kapılmışken, bir arkadaşı metabolizmayı hızlandırıcı hormon haplarından almasını önerir. Eczanelerin kapısı, böyle durumlarda herkese sonuna kadar açıktır nasılsa! Kız, hapları kullanmaya başladıktan bir süre sonra, hiç hareket etmediği zamanlarda bile aşırı terlemeye başlar. Gittikçe kilo kaybeder. Kalbi, cinayet sahnelerindeki kalp sesi kadar hızlı ve gümbürtülü atar. Kız, yerinde duramaz olur. Geceleri uyuyamaz, dikkatini toplayamaz. Ama hırslanmıştır bir kere. Mutlaka zayıflayacaktır. Haplardan dörder dörder yutmaya baslar. Günlerce hiç yemek yemez, arada sırada bir iki elma en fazla. Yemeklerin tadını unutur yavaş yavaş. Bir gece kalbi dakikada iki yüz atmaya başlayınca kendini makineye bağlanmış bir şekilde hastanede bulur. Ölümden dönmüş olması sevindirir herkesi. Bir tek o hariç çünkü ölümden çok, tekrar şişmanlamaktan korkar.


Hastaneden çıkınca, hapları bırakacağına ve yeniden yemek yemeye başlayacağına söz verir. Bir süre, sözünde durur da. Ama sonra kilo aldığını görünce, çareyi müshil haplarında, idrar söktürücülerde bulur. Derisi kurur, şiddetli karın ağrıları çeker. Ama yine de yeterince zayıfladığına bir türlü inanamaz. Hiçbir zaman da inanmayacaktır. Sağlıklı düşünemez artık. Hiç yemek yememeye başlar. İştahı sonsuza dek gitmiştir. Yemek yemek, çamur yemek gibi, lağım suyu içmek gibidir onun için. Midesi küçüldükçe küçülür. Beynindeki sinirler bile incelir. Sonra da hastane, evi oluverir.

 

O kız, her gün verdiği kilolarla beraber ömrünü de verirken, ablası gazetede çıkan haberde “Niye?” diye soruyor muhabire. “Bu kadar önemli mi zayıf olmak?"

 

Duyacağı cevapla kız kardeşini anlamaya çalışıyor. Bazen en çok da buna ihtiyaç duyuyoruz. Birilerinin bizi anlama çabasını göstermesine. Yanımızda olduklarını bilmeye... Sevildiğimizi bilmeye... Zaten her şeye, sevilmek uğruna başlıyoruz. Öyle çok aşağılanmışız, bedenimiz öyle çok alaya alınmış ki, sonunda bedenimizden iğrenir olmuşuz. Bir türlü zayıflayacak gücü bulamadığı için de irademizden tiksinmişiz. Çöplüğe bakar gibi bakmışız kendimize. Mutluluğun önünde duran tek engel şişmanlığımız sanmışız. Çünkü görünüşümüzle tanımlamışlar bizi, yaptıklarımızla değil. Yeteneklerimizi, düşüncelerimizi, içimizdeki renkleri, kimse merak etmemiş. Önce cadı diye yakmışlar. Şimdi de şişman, çirkin, kısa vs. diye...

 

Kızın yerine koyuyorum kendimi. Okulda ne kadar zorlandığını düşünüyorum. Hatta belki de okula gitmekten nefret ettiğini. Kafamın içinde bana anlatmaya başlıyor.

 

''Evet gerçekten de okula gitmekten nefret ediyorum,'' diyor. Servise bindiğimde, benden küçük veletlerin, "Şişkoya iki kişilik yer açın!" deyişlerini duymak istemiyorum. O pis sırıtışları gözlerimin kornealarına öyle bir yapıştı ki gitmek bilmiyorlar artık!

Bir kız arkadaşım var. Onun yanında dolaşmak da sinir ediyor beni. O kadar uzun ve zayıf ki, yanında iyice şişman gözüküyorum. Pislik Mehmet, ikimizi yan yana görünce hemen bağırmaya başlıyor, "Fasulye sırığına dayanmış patates gidiyor," diye. Tabii yine umursamıyormuş gibi yapıyorum. Kız arkadaşım da duymamış gibi yapıyor ben üzülmeyeyim diye. Ama o gıcık Selen yok mu! "Mehmet'in dediğini duydun mu?" diye yanıma yanaşarak, sanki Mehmet'i kınıyormuş gibi davranıyor. Oysa bal gibi de biliyor duyduğumu. O sözleri yeniden hatırlatarak, beni bir kez daha sinir etmek istiyor. Geçen gün de tutturmuş kilo aldım, rejimdeyim diye. Tabii asıl amacı, benim şişman olduğumu ima etmek. "Sen şişkoysan ben neyim?" diyorum içimden. O da tam bunu duymak istiyor. Ama ona söylemiyorum. Zaten kilo almak bir yana, zayıflıktan kırılıyor hanımefendi! Yok ama, beni sinir etmelerine bu sefer izin vermeyeceğim. Bugün rejime tekrar başlıyorum. Zayıflayınca, benimle dalga geçmek neymiş göstereceğim herkese!

 

Bilmiyorum emin değilim. Yapabilir miyim ki... Özellikle öğle aralarında çok zorlanıyorum.Herkes yemek yerken ben tırnaklarımı yiyorum. Oyalanmak için sınıf kapısının önüne çıkıp duruyorum. Bazen de Bora'yı görüyorum. Son model bir araba gibi gıcır gıcır parlıyor koridorda. Gün gelecek onun da benzini bitecek, o da bir gün gelecek hava atamayıp hava yapmış lastik gibi hurdalığa atılacak diye düşünüp rahatlamaya çalışıyorum. Şimdilik tüm ihtişamıyla, görkemli bir bina gibi yukarıdan bakıyor etrafına çünkü herkes ona aşık. Bense kendimi bir kum torbası gibi hissediyorum. İnsanların alaycı sözleri, boks eldivenleri gibi iniyor yüzümün ortasına. "Ah bir zayıflayayım, o zaman göstereceğim hepinize!" diyorum içimden. "En popüler ben olacağım. Bora benim içime düşecek!" Ben ise hep reklamların içine düşüyorum. Reklam bu ya... İncecik olmuşum. Boyum da upuzun. Ağır çekimde saçlarım sağa sola savruluyor. Çapkın bakışlar atıyorum etrafa. Herkes hayran hayran beni izliyor.

 

Sonunda da Mehmet'in, "Çekilsene be şişko kapının önünden! Maşallah bütün girişi kaplamışsın, sınıfa giremiyorum!” diye anıran bağırtılarıyla gerçeğe geri düşüyorum. Cevap verecek halim yok. Ağzımı açıp bir laf etsem, tartışma uzar da uzar. Mehmet bana domuz diyecek, ayı diyecek, yağ çuvalı diyecek, herkesin içinde ne kadar şişko olduğumu yineleyip duracak. “Şimdi ne gerek var cevap vermeye," diye düşünüyorum. O sırada gözüm yine Bora'ya kaçıyor. "Acaba Mehmet'in dediklerini o da duymuş mudur?” diye içim içimi yiyor. Yesin varsın. Belki karnım doyar. İnsanların benimle dalga geçmesine engel olmam imkânsız zaten. Ağızları, bozuk birer musluk gibi. Kapatıp iyice sıksam bile, biraz sonra alaycı laflarının şıp şıp damlayan sesi, yeniden kulağıma akmaya başlıyor. Üstelik bu sözler su gibi akıp gitmiyor, yürekte asitten beter yaralar açıyor.

 

En çok neye şaşırıyorum biliyor musun? İnsanlar benimle alay ederlerken canımın yandığını nasıl böyle görmezden gelebiliyorlar! Ama birileri onlara, “Adam öldürebilir misiniz?'' diye sorsa, eminim hepsinin de cevabı, “Hayır!" olur. Peki söyledikleri alaycı sözlerle beni her gün öldürenler onlar değil mi? Aslında ben tok gözlü biriyim. Bir kez ölsem bana yeter de artar bile. Her alaya alındığımda, tekrar tekrar öldürülmeme gerek yok ki.

 

Ben neyim acaba, diye düşünüyorum bazen. Birisi sorduğunda beni nasıl tarif eder insanlar? “Şu şişman kız," diye mi? Ben bundan ibaretim miyim? Benim tanımım bu mu? "Şişman!" Başka ayırıcı bir özelliğim yok mu benim? Neden, “Güzel şiirler yazan, değişik resimler yapan, müzik dinlemeyi çok seven hoşsohbet kız..." değil de "şu şişman kız...” diye başlıyor tüm cümleler? Sanırım  böylece insanlar beni tanıma zahmetinden kurtulmuş oluyor. Beni, tek bir sıfatla paketleyip, etiketimin üzerine şişman' yazmak işlerine geliyor. Öyle özenli bir yazıyla da değil... Kargacık burgacık, baştan savma bir şekilde. ''

 

Kafamın içinde bana dertlerini anlatan kız şimdi otuz kilo. Bir sürü ağrı ve ızdırap, arka arkaya, hiç durmadan, hiç yorulmadan, ona hiç soluk aldırmadan, üzerine saldırıyorlar. Dante'ye cehennemde eşlik eden Ovid gibi biri de yok yanında ne yazık ki. Ne en sevdiği film yıldızları, ne de masallardaki şövalyeler onu kurtarmaya geliyorlar. Onlar ancak güzel prenseslere yardım ederler. Kahramanları, onu terk etmiş olsalar da acılar pek vefalı oldukları için, hep onun yanında kalıyorlar. Bir saniye olsun, yalnız bırakmıyorlar onu.

 

Ablası, "Keşke pantolonumu giymek istediğinde, 'koca kıçınla giysilerimi genişletme,' diye bağırmasaydım ona!" diyor.

 

Keşke diyorum içimden... Ama çok geç. Önce bizi çirkin olduğumuza inandırdılar. Şimdi de güzel olmak için ne satın almamız gerekiyorsa aldırtıyorlar. Karşılığında her şeyimizi alıyorlar. Paramızı, huzurumuzu, sağlığımızı, hayatımızı bile...Keşke diyorum içimden, ruhlarımızı yeterince besleyebilseydik ve tüm bu diyet, kozmetik, estetik, moda sektörü bize kendimizi çirkin hissettirerek kar etmeseydi. O zaman başkalarının göz zevklerini beslemek için bu kadar çabalamazdık belki de... Çünkü iyi yaşamak için güzel olmaya çalışıyoruz. Ama aslında güzel olmaya çabalarken iyi yaşayamıyoruz.


Yorum Yaz