Kendi Yoluma Gidiyorum
Doğal olarak kabullendiği için üzerinde düşünme ihtiyacı duymadığı tüm yapaylıklar, kurallar ve öğretiler… Kültür, ahlak, vicdan! Dört bir yandan! Neyin doğru neyin yanlış olduğuna nasıl karar verebilir? Yoksa ''o'' yok mu? Yoksa o, ben, biz başkalarının düşünce, duygu ve beklentilerinin bir yansımasından ibaret miyiz? Neyiz biz?
Bakıyor etrafına...Bilgiler beynine kodlanıyor, hızlı hızlı kodlanıyor. Düşünceler, yapılması gerekenler, iyiler, kötüler, güzeller, çirkinler, kalıp kalıp beynine iniyor. Annesinin arzuları, babasının nasihatleri, arkadaşlarının beklentileri, kabul görmek için aldığı son model telefon, sırf beğenilmek ve saygı duyulmak için laf arasına sıkıştırdığı İngilizce kelimeler, gece klübünde ''cool'' görünmek için ayna karşısında çalıştığı salınışlar, televizyonda göbek atan kocamış kadınlar, hediye kazanmak için sunucuya yalvaran sesler, ''like'' almak için can attığı paylaşımlar, sahildeki adamların kovasında can çekişen balıklara içinin burkuluşu, balık yerken çektirdiği lezzetli ''selfie''ler... Hiç düşünmeden kurduğu hayaller, hiç düşünmeden kırdığı hayaller, hiç bitmeyen arkası yarınlar, hangi şarkıyı dinleyeceğini, hangi filme gideceğini, hangi giysiyi giyeceğini söyleyen reklamlar, ancak o sıvı yağla lezzetlenen patatesler, üniversiteden televizyona, televizyondan depresyona düşen profesörler, uzun boylu ince kadınlar, uzun boylu ince kadınlara benzemek isteyen kısa boylu şişman kadınlar, güçlü, parlak saçlar için aldığı şampuanın döktüğü saçları, daha sağlıklı ve temiz bir cilt için harcadığı paralar, insanlık tarihine kara bir leke olarak geçen ama adını bile hatırlamadığı olaylar, asla vazgeçemem diyip, bir anda vazgeçtiği insanlar, onu yeni versiyonlarıyla değiştiren kadim dostları, sürekli güncellenen batıl inançları, birbirlerini sağlamlaştırıp, yeniden üreten ön yargıları, akan bilgi içinde kayboluşu, boğuluşu ve hiç bitmeyen tutsaklığı…
Kendine geç kalanlar...
İşe, güce, ona, buna geç kalmayayım derken, en önemli şeye, kendimize geç kalanlarız biz. Hayallerimize ve gerçek arzularımıza... İstediklerimizi mi yaşıyoruz, yoksa yaşamak zorunda kaldıklarımızı mı ister görünüyoruz? Dünya ağır çekimde hareket ediyor sanki bazen. İyi sıkışmamış bir musluğun ucunda düşmeyi bekleyen ama bir türlü düşmeyen bir damla gibi... Koşu bandında koşup bir arpa boy yol gidemeyen binlerce insan... Olduğu yerde koştuğunu fark etmeyen... Yaparsam yanarım diyip vaz geçtiğimiz kaç düş düştü kim bilir? Sorumluluk almaktan, başarısız olmaktan, acı çekmekten korkuyoruz. Ama acı da acıttı mı fena yakıyor canı, haksız mıyız? Kolay değil karar vermek. Önemli bir yol ayrımı var. Yaşamak mı (acı çekmek pahasına) yoksa hiç risk almamak mı (olduğun yerde sayma pahasına)? Hangisi daha kötü? Ben yaşamak istiyorum, kahramanca... Super girl kostümüm olmadan... Çok incinirsem ve ölürsem? ''Kaçınız gerçekten yaşıyor ki'' diyor içimdeki ses... ''Yaşa gitsin, bari ölmeden önce hatırlayacağın bir kaç değerli anın olur. Korunaklı, steril ama bomboş öleceğine... Yaşayabileceğin harika şeyleri, ya şöyle olursa ya böyle olursa diyerek yaşamaman, kendine sapladığın en keskin bıçak ve yarası çok ama çok derinde.'' Evet, aynen öyle. Zaten ölmek değildir bizim asıl korkumuz, istediğimiz gibi yaşayamamış olduğumuzu fark etmekten korkarız son nefeste... Çünkü hepimiz ölmeyi becersek de, yaşamayı beceremeyiz aynı kabiliyetle...
Nasıl becerdik ölmeyi?
"Başkalarına 'evet' derken, kendinize 'hayır' demediğinizden emin olun" diyor Paulo Coelho. Kendimize hayır diye diye öldük belki de... Toplumda bir yer edinme, kabul görme baskısı ve tepemize inen roller, bize neler ettiler neler, neler...Hangi aşkı düşürdük, hangi tutkuyu söndürdük yetişkin olmak adına? Hangi özel deneyimden vazgeçtik "normallik" uğruna? Alkışlar bize, aferim! Kocaman adam olduk, olgun olduk, beş para etmez deneyimlerle dolduk. Peki Var olabildik mi?
Elalem ne derse desin...
"Başkalarının senin hakkında ne düşündükleri konusunda endişe duyduğun sürece, onlar senin sahibindir" diyor Neale Walsch. Gerçekten de elalemin bizim ne olup olmadığımızı söylemesine izin verdiğimiz, bizi onaylamaları için çırpındığımız sürece, ne kadar kendimiz olabiliriz? Hani hayatın amacı, kendini keşfetmek, kendini bulmaktı? Ama hem sürekli onaylanma arayıp, hem de kendimizi nasıl keşfedebiliriz ki? Her gün başkalarının istediği, toplumun onayladığı insan olmak adına kendimizi yok ediyoruz. Bunun neresi eğlenceli, neresi anlamlı? Hayat bir oyun alanı, ama biz oynamıyoruz. Sadece oyalanıyoruz. Oysa ki insanlar yaşlandıkları için oyun oynamayı bırakmazlar, oyun oynamayı bıraktıkları için yaşlanırlar... O yüzden ben, koyun olmak yerine oyun olmayı seçiyorum. İşime geldiği gibi değil, içimden geldiği gibi yaşıyorum...
Kendi yoluma gidiyorum...
Aydilge