Mevlana Hala Bekliyor mu?
Clubhouse'a inatla girmeyen kaç kişiyiz? Neden acaba reddediyoruz bunu? Yenilik korkusu mu yoksa zamanı boşa harcayıp takılıp kalma endişesi mi? Sahte bağlardan yorgunluk mu? İlgi delisi insanlardan bıkkınlık mı? Eski kafalılık mı, akıllılık mı?
Gecekondular bir gecede kurulur, en ufak sarsıntıda üstünüze devrilirler. Kişiliklerimiz de artık öyle... Anlık trendlere göre şekilleniyoruz ve bu yüzden de sık sık kendi enkazımızın altında kalıyoruz. Hepimiz deprem zedeyiz, çünkü ruhumuzun depremi hiç bitmiyor. Bitse bile arkçı şoklar devam ediyor. Sürekli olarak belirli bir yükün uygulanması sonucu metal yorgunluğuna uğrayan malzemeler gibi kalbimizin dayanma gücü tükeniyor. Evet malzemeler gibi...Çünkü hepimiz sosyal medyanın malzemesi, birbirimizin tuvaleteyiz. İçimizdeki tüm yetersizlik, öfke ve acıyı karşımızdakinin içine sıçratıyoruz.
Ancak başkasını kötüleyerek kendisini var edebilen insanlara dönüşüyoruz. İçimiz çoraklaştıkça tek tutunacağımız şey dikenlerimiz oluyor. Ve o dikenler sadece başkasına değil, biz tuttuğumuz için bize de batıyor. Kendini geliştirmek için uğraşmayan, içindeki boşluğu nasıl telafi edeceğini bilemeyen binlerce insan, ancak ben de başkasını incitirsem, iyileşirim yanılsaması içinde saldırganlışıyor. Yani başkasının yarası üzerinden kendimizi iyi hissetmeye çalışıyoruz. İncinen de kendi yarasını uyuşturmak için başkasını incitiyor. Zincirleme kaza tamlaması...Ama bu zincir, içimizdeki boşluğu tamlayamıyor, sadece tartaklıyor.
Çok doğal olarak hepimiz, görülmek, duyulmak, sevilmek , beğenilmek istiyoruz. Bunu kendi içimizdeki özelliklerin gücüyle yapamıyorsak, yani içimize emek vermemişsek, içimiz çoraksa, işte o zaman bu sevilme, kabul görme ihtiyacımızı tatmin edecek bir başkasını arıyoruz. Bulduğumuz o kişinin eksikliği ve hatası üzerinden tatmin olmaya çalışıyoruz. O yüzden zorbalık git gide artıyor. Kendi fikrimize aykırı bir şey olunca, hemen onu karalama telaşımız, bu kadar nefret kusmamız, alay etme derdimiz de ondan. O kötü, ben iyiyim şeklinde bir ilüzyona kapılıyoruz. Bir de tabi yandaşlarımız oluyor. Biz iyiyiz onlar kötü şeklinde kendimizi kandırıyoruz.
İlgi delilerin fotoğraf kulubüne dönüşmüş dünyamızda hayatı hep bir poz verme şeklinde yaşayan insanlara dönüşüyoruz. Çünkü çektiğimiz resmin ne kadar çok beğenildiği, bizim o anı ne kadar hissederek yaşadığımızdan daha önemli artık. Dolayısıyla olduğumuz yer ya da orda hissettiklerimiz değil, orada olduğumuzu gösterme derdimiz ön plana çıkıyor . Gelen like'ların miktarına göre kendimizi var, yok, değerli, değersiz hissediyoruz. Kaç paralık insansın tabiri kullanılırdı eskiden. Şimdi kaç takipçilik, kaç like'lık insansın diye bakılıyor. Aslında ikisi de aynı yere çıkıyor. İnsanın kendini değerli hissedebilmesinin koşulu, satın alınabilir olmasına bağlanyor. Pazarda like'lananya da dislike'lanan bir metaya, eşyaya dönüşmüş durumdayız.
Biz biz diyerek anlatıyorum ama belki de biz kelimesinin arkasına saklanıyorum ben de. Oysa sabahtan beri kendi sıkıntılarımdan bahsediyorum size. Çok üzgünüm, çok yorgunum ben. Müzik yaparken, söz ve bestelerimi yazarken, insanlara kalbimi açıyorum ve bunun bir bedeli var. Kalbimi her açtığımda içeri çamurlu ayaklarıyla girenler olacağını zaman zaman unutuyorum ve güçlü durmakta zorlanıyorum. En, en, en iyi, en çok dinlenen, en çok izlenen, en sevilen, en kötü, en berbat şeklindeki tanımlarla beslenen bir endüstri içinde bu kadar hakaret edilebilir olmak, hiç beni tanımayan insanlar tarafından sözlükte, orda burda nefretle dövülmek bazen dayanılmaz oluyor. Sevmemek normal ama bu kadar iğrenmeye varan yoğun duygular uyandırmak, kalbime oturuyor. Hazmedemiyorum. Üstelik çok görünür, orda burda keskin laflar eden, insanların dünya görüşlerine çomak sokan rijit bir yapım da yok diyorum... Sonra durup düşünüyorum. Belki de bu yüzdendir. Saldırılabilir, incitilebilir, naif göründüğümdendir bu garip nefret... Belki daha sert olmam, anladıkları dilden konuşmam, haşin durmam lazımdır. Orda, burda, her yerde boy gösterip, çatır çatır laflarımı, ince düşünmeden savurmam lazımdır. Trend bu. Nefret et, şikayet et, nefretini sosyal medyada, bulduğun her ortamda dile getir, buna harbilik de, öfkenin dilinden konuş. Peki benim dilim ne olacak? Ben ne olacağım? Eleştirdiğim şeyin kendisine dönüştüğümde ben kendi yüzüme nasıl bakacağım? “Canavarlarla savaşan kendisinin de bir canavara dönüşmemesine dikkat etmelidir. Uzun süre uçuruma bakarsan, uçurum da sana bakar.” der Nietzsche.
Uçurumdan düşmemek için uçurumun kendisi olmak, canavara yem olmamak için canavar olmak çözüm mü? Yoksa asıl o zaman mı kabeder insan, yani kendisi de canavara dönüşerek, canavarların sayısını bir tane daha artırmış olduğunda? Peki ya canavar yoksa, aslında canavar olarak görünen herkes, daha önce canı yanmış, o yarayla nasıl baş edeceğini bilemeyip can havliyle başkasına saldıran yemlerse? Yem ya da canavar aynı şeyse? Yok ben canavar değilim ki diye kendimi rahatlatmak istiyorum. Ama yem olmaya devam ettikçe de, canavarları beslediğim, canavarların kendini sürdürmesine hizmet ettiğimi kabul etmek zorundayım. Ne yem, ne canavar olduğum bir dünya mümkün mü? “Doğru ve yanlışın ötesinde bir bahçe var, seninle orada buluşacağız” diyor Mevlana. Hala bekliyor mu?
Nisan 2021'de Bavul Dergisi'nde yayınlanmıştır.