Meyve Salatası

Üniversitede en yakın arkadaşım yarı Türk yarı Amerika'lı olan Dennis/Deniz' di. Hiçbir yere ait olamayan, naif ve şaşkın halini çok severdim. İlk tanıştığımız sıralarda merak edip "Kendini daha çok Türk mü hissediyorsun, yoksa Amerikalı mı?" diye sormuştum ona.

“Çocukken, ben de sürekli kendime bunu sorardım” demişti gülümseyerek. “ Sol tarafım Amerikalı, sağ tarafım Türk müydü? Ya da tam tersi? Örneğin sol elim Türk eli miydi? Peki iki gözümden hangisi Türk, hangisi Amerikalıydı? Türkiye’de yaşayanlara Türk deniyorsa, ben Amerika’da yaşamama rağmen niye Türktüm? Acaba, yaz tatillerinde Türkiye’ye geldiğimizde Türk olup, Amerika'ya döndüğümüzde yeniden Amerikalı mı oluyordum?"

Anlattığına göre, annesi tek tek sorularını yanıtlamaya çalışırken, babası, "Kafasını karıştırma çocuğun, nasılsa büyüyünce anlayacak!" diye söylenirmiş. Sonra da gizli gizli onun odasına girip anlatmaya başlarmış:

"Bak oğlum, sen önce Türksün, sonra Amerikalısın. Ama önce Türksün anlaştık mı? Annenin üzüm olduğunu düşün, ben de şeftaliyim tamam mı? Şeftaliyi çantana koyup okula götürdüğünde, şeftali hala şeftalidir değil mi? İşte sen de Amerika’da olmana rağmen hala şeftalisin.''

''Peki ya annem, yani üzüme ne oldu babacım?''

''Tamam, biraz da üzümsün ama daha çok şeftalisin!''

Şeftali meselesi, arkadaşımın aklını daha çok karıştırmış. çünkü öğretmeni Mrs. Hill, bir kaç gün sonra derste Amerika'nın farklı meyvelerden oluşan müthiş bir salata olduğunu söylemiş:

''Bazılarımız üzüm, bazılarımız muz, bazılarımız da portakalız ama asıl önemli olan, tek bir meyve salatasının, yani Amerikan salatasının bir parçasıyız. Kim olursak olalım, her şeyden önce Amerikalıyız.''

Öğretmeninin bu sözlerine içten içe çok üzülmüş arkadaşım çünkü öğretmen, rastgele örnek verdiği meyveler arasında şeftaliyi saymayı unutmuş. O da kendini salatanın dışında kalmış gibi hissetmiş. Mrs. Hill, yanına gelip neye üzüldüğünü sorunca da utandığından ona şeftali olduğunu söyleyememiş:

''Yıllar boyu, benliğimin parça parça doğrandığını, bir o salataya bir bu salataya konduğunu hissettim Şimdi istesem de bulamam artık parçalarımı. Acaba hangisi, hangi salatada kaldı?"

Arkadaşımın bu kafa karışıklığı, parçalara ayrılmışlığı Türkiye'ye yazları tatile geldiğinde de devam etmiş:

"Babamın ailesi sürekli benim Türk olduğumdan, Türklüğün çok gurur verici bir şey olduğundan, annemin göz ve saç rengini almama rağmen yine de dikkatli bakıldığında babama benzediğimden söz edip dururlardı. Bir türlü karar veremezdim, ben Dennis miydim, Deniz mi? Eğer her ikisi de bensem, o zaman niye annem Dennis diyince, babamın tarafı sinirleniyordu? Demek ki onlar sadece Deniz'i seviyorlardı. Bense hangisini sevmem gerektiğine bir türlü karar veremiyordum. Ama sanki herkes benden biran önce bu kararı vermemi bekliyordu. Türkiye'de Amerika'dan gelen sarışın çocuk olarak dikkat çekmek hoşuma gidiyordu. Amerika’ya dönünce de olabildiğince sıradan bir çocuk olmaya çalışıyordum çünkü ordayken en son istediğim şey, diğerlerinden farklı olduğumun yani bir yanımın şeftali olduğunun anlaşılmasıydı. Öğretmenimiz her ne kadar, hepimizin bir bütünün parçaları olduğumuzu söylese de, kara üzümlerle, sarı üzümler hep ayrı ayrı dururlardı. Ben de şeftaliliğimi gizleyip sarı üzümlerle dolaşırdım. Ama hep bir huzursuzluk vardı içimde. Bir canvarın alt ve üst dudağı gibi babam yukardan, annem de aşağıdan beni dişliyordu. Sanki ısıra ısıra koparıyorlardı ruhumu. O yüzden de bir türlü bütünlenemiyordum. Bir yarım babamın, diğer yarım da annemin dişlerinin arasında takılı kalıyordu.

Bababm bir ara da, Amerikan Tarihi dersine kafayı takmıştı. Bazen kitabımı eline alır, dalga geçer gibi ‘Bu mu Amerikalıların tarihi, tarihe bak! Amerikan milleti diye bir şey yok ki, tarihi olsun!’ diye söylendikçe sinir olurdum. Kolay mıydı yoktan bir Amerika var etmek? Bir gün sinirlenip, ‘Madem o kadar kötü Amerika, o zaman sen niye terk edip geldin o güzel Türkiye’ni’ diye alaylı alaylı sormuştum babama. Yüzünün yavaşça pembeden mora dönüşüşünü hiç unutamıyorum. Tek kelime de edememişti. Etse zaten yüzüne vuracaktım, ‘En çok sen aşağılıyorsun Türkleri,’ diye. Gerçekten de öyleydi. Haberleri seyrederken, 'Yok bu millet adam olmaz, bu kafayla biz hiçbir yere gelemeyiz, Türkiye’nin içine ettiler,’ diye homurdanırdı.''

Öyle mi yaptık? İçine mi ettik? İçinde miydik? Dışında mı? Dört sene burslu okuduğum Amerikan Kültür ve Edebiyatı bölümü ve de tüm üniversiteyi birincilikle bitirmiştim. Üstüne Amerika'ya burs kazanmıştım. Ama kendi yeteneklerimle değil, sadece doğduğum ülke ile tanımlanıp ötekileştirilmekten korkan ben, gitmeye cesaret edememiştim. O yüzden sorunun cevabını bilemiyorum. Amerika'da doğup üniversite okumaya Türkiye'ye gelen ve Türkiye'de ise Amerikan Kültür ve Edebiyatı okuyan en yakın arkadaşım da hala bilmiyor. Zaten sanırım bizi ırktan, ülkeden ziyade bu kafa karışıklığı kardeş yapıyor. Hiçbir yere tam anlamıyla ait olamama hali. Aile olmak da budur belki.

Yıllar geçtikçe şunu anladım ki insanın ülkesi ve kültürüyle arasındaki bağ, annesiyle arasındaki göbek bağına benziyor aslında. Etrafımızı saran güvenli alan, başta bizi ana rahmi gibi koruyor. Ama annemizin rahminde bile sadece dokuz ay kalırken, sürekli bu kimliklere saplanıp kalmamız bizi öldürmez mi? Belli bir süre sonra çıkmazsak, o rahim mezara, bizi besleyen göbek bağı ise zehirleyen ve boğan bir kordona dönüşmez mi? Köklenmek güzeldir, ama biz ağaç değiliz. Arada yeni topraklara koşmamızı sağlayacak olan cesaret ve özgürlüğü taşıyan bacaklarımız var.

 

Bavul Dergisi Temmuz 2020 sayısında yayınlanmıştır.


Yorum Yaz