Sosyal Medya ve Linç Kültürü (Bir Kez Ölsem Yeterdi...)
Bir zaman önce, sosyal medyada kendimle ilgili bir yorum okudum. Yazan kişi, ses tellerime asit dökülmesini, cayır cayır yanmasını ve boğazımın patlamasını, böylece de sesimi duymaktan kurtulmayı hayal ettiğini yazıyordu. Gülüp geçmedim. Kalbimde garip bir bükülme oldu. Bir insanın, hiç tanımadığı benimle ile ilgili bunca nefret hissetmesi, bu kadar zarar vermek istemesi korkutucuydu. Gerçekten korktum. Gelip boğazıma asit dökmesinden değil, insanların bu kadar nedensizce nefret edebiliyor olmasından... Sonra korku şefkate dönüştü. Çünkü bu nefretin benimle alakası yoktu. Kendinden nefret eden biri ancak başka birine böyle nefret duyabilirdi. Kendi yaşamında defalarca yaralanmış biri, ancak bu kadar yaralamak isteği taşıyabilirdi çünkü öğrendiği tek varoluş şekli buydu. Kendine şefkat duymayan biri, başkasına nasıl şefkat duyabilirdi ki?
Her zaman zalim ve zorbalar olmuştur bu dünyada. Çocukluğumu hatırlıyorum mesela. Ben vitiligo hastasıydım. Hala öyleyim. Ellerimdeki beyaz lekeleri gören bazı çocuklar, beni aralarına almazlardı. Lekelerim bulaşıcı değildi ama kötülük bulaşıcıydı ve nefreti sürekli birbirlerine bulaştırıyorlardı. Ve o lekeyi, hiçbir süper formüllü deterjan temizlemiyordu. Benimle alay ederlerken, canımın yandığını görmezden gelirlerdi. Oysa onlara ''Bir insanı öldürebilir misiniz?'' diye sorsak, eminim cevapları ''Olur mu öyle şey, alsa... İmkansız!'' olurdu. Peki söyledikleri alaycı sözlerle beni her gün öldürenler onlar değil miydi? Aslında ben tok gözlü biriydim. Bir kez ölsem bana yeter de artardı bile. Her alaya alındığımda, tekrar tekrar öldürülmeme gerek yoktu.
Peki şimdi ne değişti? Eskiden fiilen yapılan linçlere çok sık rastlanırken, medeniyet dediğimiz tek dişi kalmış canavar çağında artık linçler, sosyal medyan üzerinden yapılır oldu. Üstelik bu linççi kitle, daha görünmez, daha sinsi ve dolayısıyla da daha az sorumluluk sahibi. Vermek zorunda olduğu bir hesap da yok... Sosyal medya hesapları arttıkça, vicdan hesapları azalıyor. Anonim hesapların arkasında nefret kusan kişi ''kimse'' olmanın verdiği serbestlikle çok rahat provake oluyor ve ediyor. Bu tabi aslında linç edenlerin ne kadar öfkeli, yaralı ve korkak olduğunun da bir göstergesi. Kendi mutsuzluğunun hıncını diğerinden çıkarmak, içindeki iltihapları başkasına atmak, insanlarda geçici bir rahatlama yaratıyor. Bazen de ilgi çekmek için aykırı, aşırı şeyler yazıp var olduklarını göstermek için çırpınıyorlar. Güçsüzü ezme ve güçlünün yanında olma kolaycılığı da var tabi. Karşıdaki insanın piksellerden ve harflerden ibaret bir nesne değil, kanlı canlı bir insan olduğunu hatırlamama hali... Saldırdığı kişinin reaksiyonunu görmediği için, ona ne kadar zarar verdiğini fark edememe durumu... Saldıran, aldığı beğenilerle bir de destek gördü mü, değmeyin keyfine. Böylece yaptığının normal ve toplumsal olarak kabul edilebilir olduğunu düşünüyor. Beğeni sayısı yükseldikçe, saldırganlığı da yükseliyor. Bir gruba ait olmanın keyfini yaşıyor.
Peki nasıl baş edilir ki bununla? Ya da edilir mi? Uzun zaman önce şunu anladım ki başkalarının bize nasıl davrandığı bizim değerimizi belirlemiyor. Sadece o davranışı gerçekleştiren insanların nasıl insanlar olduğunu belirliyor. Yaptığı kötü niyetli yorumlar, eleştiriler de aslında o kişinin yaralarını saklama şekli. Kendi güvensizliğini gizlemek, güçlü hissetmek için taktığı savunma maskeleri. Ve ben o maskelere kırılmayı, bozulmayı bırakalı çok oldu... Lince uğrayan birini gördüğümde ya da kendimle ilgili sebepsiz nefretle karşılaştığımda tabi ki içim bir tuhaf oluyor. Ama kendime karşı değil, her birimizin kendi maskesi altında, nasıl da korkmuş, incinmiş, yaralı çocuklar olduğumuz gerçeği tekrar yüzüme çarptığı için... Ben bu şekilde göğüslerken insan olmayı ve kalmayı, bir kaç dostuma da sordum, sosyal medyadaki nefretle nasıl baş ettiklerini. İşte bana anlattıkları....
Caner Özyurtlu (Yapımcı, yönetmen, oyuncu)
Caner'in yeni filmi Biz Böyleyiz, 10 Ocak'ta yayına giriyor. Gelecek olumsuz yorumlara kendisini nasıl hazırladığını sorduğumda ''Hazırlayamıyorum'' diyor gülerek. ''Özellikle son bir aydır, suyun içinde gibi hissediyorum. İş beğenilecek mi endişesi tabi ki oluyor ama yönetmenliğin yanı sıra yapımcı olduğum için ekonomik unsurlar yani gişe sonucu da büyük stres unsuru. Tavana bakarak, uykusuz geçirdiğim geceler oluyor. İşin garip kısmı ben sadece negatif değil pozitif yorumlardan da geriliyorum. Yani genel olarak bir işi ortaya koyduğumda ortaya çıkan yoğun etkileşim beni huzursuz ediyor. Her yerde o filmden konuşuluyor olmasının, nereye açsan onu görüyor olmanın getirdiği bir huzursuzluk... Mesela Mahide'nin Altın Günü filmini yaptığımızda, arabamı her gün park ettiğim otoparkın duvarını boydan boya filmin afişiyle kaplamış olduklarını gördüm. Bir süre sonra, o otoparka gitmemeye başladım.''
Peki olumsuz yorumlarla nasıl baş ediyorsun diye sorduğumda Caner yine çok samimi bir cevap veriyor: '' Edemiyorum,'' diyor. Ruh halim de sürekli değişiyor. Mesela bir hafta gülüp geçiyorum. Sonra duygusal bir anıma denk geliyor, tek bir yoruma kafayı takıp evin içinde deli gibi dolanıp, o yoruma cevaplar verdiğim oluyor. Ama artık yorumlara çok kafayı takmamam gerektiğini öğreniyorum sanırım. Yani yorumlardan çok işin kendisine odaklanıyorum. Herkesi mutlu etmek mümkün değil. Bir dönem, tüm bu yorumlara ve tepkilere küsüp iş üretmediğim dönemler oldu. Bir iki sene çalışmadığım, içime kapandığım o dönem daha mutsuz oldum. Oyunun içinde değildim ve dışarıda kalmak beni daha mutsuz etti. ''İyisiyle, kötüsüyle bu işi yapacağız Caner'' dedim kendime çünkü çocukluğumdan beri üretmek gibi bir bağımlılığım var. Ergenken aslında kendimin de çok farklı olmadığımı, bir sürü şeye çamur atıp saçma sapan şeyler söylediğimi hatırlıyorum. Seyircinin her söylediğini çok ciddiye almamak lazım. Onun için sadece bir ürün o film. Bir anda, sinirleniyor, yorumunu yazıyor; iki saat sonra ne yazdığını da unutuyor zaten. O yüzden bazen seyirciden çok yakın arkadaşlarımın düşüncesizce yaptıkları eleştiriler sinirimi bozabiliyor. ''Caner bu tarz filmler yapmamalısın, komedi filmi de neymiş!'' tarzında üstten bakan, aşağılayan yorumlar yapabiliyorlar. Benden sanat filmi yapmamı bekleyip, komedi filmi yaptığımda kendimi satmışım gibi bir imada bulunuyorlar. Oysa kendileri her türü işi gönül rahatlığıyla yapıyorlar. Mesela mimar bir arkadaşım, ideolojisine çok ters düşen bir iş adamının evini yapıp bundan huzursuz olmuyor. Ya da bir arkadaşım, hayata bakışının taban taban zıt olduğu birinin hastanesinde doktorluk yapabiliyor. Ama ben komedi filmi yaptığımda beni aşağılayıp, ''yakışıyor mu Caner?'' şeklinde yaklaşıyor. Oysa bilmiyor ki ben sanat ağırlıklı filmler de çekiyorum. Onlardan hem haberi yok hem de atıp tutuyor. Ayrıca yaptığım komedi filmlerinin de arkasında duruyorum çünkü etik olarak yaşam tarzıma ve varoluşuma aykırı bir şey üretmiyorum. Her filmi kendi kategorisinde değerlendirmeli. Komedi filmi yaptığımda, neden belgesel çekmedin diye beni suçlayamazsın. Bu arada yanlış anlaşılmasın, filmimi sonuna kadar tartışmakla ilgili hiçbir sorunum yok. Her türlü eleştiriyi yapabilirler. Ama bunun ideolojik bir duruma dönüştürülmesine sinir oluyorum. Festival filmine gider gibi Mahide'nin Altın Günü'nü eleştiremezsin. Onu kendi kategorisinde değerlendirmelisin. Her ürünü kendi beklentine göre aşağılayamazsın. Ben bir pop şarkıcısına, ''aslında senin İsveç cazı yapman lazım'' diyemem, demem. İsveç cazı yapan birini dinler, çok istiyorsam da onu, kendi muadillerine göre eleştiririm.''
Caner'in son dönemde yaptığı bir diğer iş ise youtube için hazırladığı Loş Sohbet adlı program. Gelen yorumlarda en çok '' Kamera yokmuş gibi konuşuyorsunuz, ayıp değil mi'' eleştirisine sinir oluyor. ''Zaten programın özü bu, kamera yokmuş gibi iki arkadaşın sohbet etmesi... Yoksa TV'de izlemekten sıkıldığınız talk show'lardan ne farkı kalır? Yıllardır hep aynı soruları sorduğu için Beyaz'ı eleştirenler şimdi de Beyaz gibi olmadığım için beni eleştiriyor.''
Mesut Süre (Radyocu, stand up'çı)
Son zamanlarda youtube'daki İlişki Testi programıyla git gide popülerleşen Mesut ''11 senelik İstanbul kariyerimi ikiye ayırabiliriz'' diyor. ''İlk iki sene ve sonraki 9 sene .. Sosyal medyadan gelen olumsuz yorumlara en başta uykum kaçarcasına takıyordum. Yorumu yapanı bulsam da doğrusunu anlatsam diye sinirli sinirli uyuyordum hep. Son dokuz yıldır ise eleştiri düzeyi sert olan platformlara hiç bakmıyorum. Karşıma kötü yorumlar çıkarsa da üç beş olumlu yoruma bakıp dengeliyorum. Zaten inandığın yoldan gidince çok önemi kalmıyor yerginin de övgünün de. İnsan kusurlu bir varlık ve yaptığımız işler de illa ki kusurlu oluyor. Mesele bu kusurlara birileri dikkat çektiğinde, sadece o kusurlardan ibaret olmadığımı, iyi yaptığım pek çok şeyin de olduğunu hatırlamak.''
Kaan Çakır (Oyuncu):
Müziğini yaptığım TRT 1'de yayınlanan Benim Adım Melek dizisini izleyen herkes şu an ondan nefret ediyor. Çünkü o dizinin kötü adamı. Gerçek hayatta ise çok nazik ve güzel bir insan. ''Her insanın, her insana kolayca erişebildiği bir çağdayız'' diye başlıyor anlatmaya.''İnsanların herhangi bir konu ile ilgili kendilerini rahatlıkla ifade edebildiği bir çağ. Hem de daha önce hiç olmadığı kadar! Bunun sarhoşluğuyla insanlar düşüncelerini ortalığa fütursuzca atabiliyorlar. Benim yaş gurubumdaki insanlar bu durumla nasıl başa çıkacağımızı aslında çok iyi bilmiyoruz. Bu sosyal mecralara on- on sekiz yaş grubundakiler kadar adapte olamıyoruz, anlayamıyoruz ve yetişemiyoruz belki de. O yüzden aslında iletişime açık olmak lazım diye düşünüyorum. Sinirlensek de üzülsek de, bir fiskede o insanları ötekileştirmek istesek de, empati geliştirmemiz ve karşı tarafı anlamaya çalışmamız lazım. Bazen de susmak gerek çünkü konuşmak demek her zaman iletişmek anlamına gelmiyor. Susmak da iletişimin güzel bir biçimidir. Kendi içimizde o gelen yorumu tartıp biçip, karşımızdakinin neden bunları söylediği ile ilgili empati kurmamız lazım. Kötü niyetle yapılan yorumlara aynı şekilde cevap verdiğimizde, onlardan bir farkımız kalmayacağını düşünüyorum. Zaten hakaret eden kişi alttan alta seni maniple etmeye, dikkatini çekmeye, gizliden gizliye senle iletişim kurmaya çalışıyordur. O yüzden kibirle yaklaşanı dikkate almak, onun ekmeğine yağ sürmek olur. Onun altında yatan niyeti anlayabilmek ve susmak en doğrusu gibi geliyor. Ama iyi niyetli bir eleştiri ile karşılaştığımda, ben de niye orada öyle oynadığımı, neden öyle yaptığımı anlatmaya ve cevap vermeye gayret ediyorum. Yüzdesel olarak sanatın çok doğru algılanmadığı bir toplumdayız. ''Caz yapma, icat çıkarma, artist misin, bana masal anlatma'' gibi sanatsal değerleri aşağılama ve hor görmeye meyilli, dilimize yerleşmiş sözler var. Hal böyleyken sanatı ve sanatçıyı değerlendirirken, sanki onun sahibiymiş gibi yaklaşan insanlar oluyor. Yani eleştiri değil, karalama, yok etme ve beğenmeme niyetiyle hareket ediliyor.''
Kaan 'a göre bir diğer sorun ise çoğu zaman sanatçının kişisel yaşamı ile sanatı arasındaki farkı algılayamıyor oluşumuz. ''Sanatçının kişiliği ile, sanatı farklı iki konudur. Bir kişi çok ön plana çıktığı ve önemli bir başarı elde ettiği zaman, ''Ama o var ya, o aslında şunu demiş, böyle davranmış, bizim değerlerimize şöyle aykırı hareket etmiş'' gibi yorumlar yapılmaya başlanıyor. Oysaki sanatçının kişi olarak yaptıkları ile sanatı arasında fark vardır. Bir insan çok gaddar, acımasız, huysuz olabilir. Bunların hepsi onun kişisel özellikleridir. Ama bu onun sanatının aynı şekilde yoğrulduğu anlamına gelmez. Salvador Dali'nin etrafına ne kadar kötü ve tuhaf davrandığını hep anlatırlar. Onu insan olarak sevmemiz gerekmez, ama sanatını ayrı bir yere koymamız gerekir.''
Ender Mıhlar (Yönetmen)
Özellikle Her Yerde Sen dizisi ile sosyal medya etkileşimleri oldukça artan Ender Mıhlar, ilk önce kendisine bir hayran hesabı açılmasına şaşırmış. Sonra yavaş yavaş alışmış bu durumlara: ''Bir yönetmen olarak normalde böyle şeylerle çok alakam olmazken, dizinin izleyici kitlesi sosyal medyaya çok hakim bir yaş grubu olduğu için kendimi sosyal medya etkileşimleriyle haşır neşir halde buldum. Ama bu tatlı bir süreç oldu çünkü şansıma diziyi sevdiler ve bana genelde hep iyi şeyler yazdılar. Genelde negatif mesajlar, işleyişi bilmeyen hayranlardan geliyor. Mesela dizi bitti diye bana çok kızdılar. Sanki diziyi ben bitirdim! Bitmesin diye sete çelenk yolladılar. Bir de genelde baş rol oyuncularının yakınlaşma ve öpüşme sahnelerini dolu dolu çekmiyorum diye sürekli laf yiyordum. Oysa ki RTÜK baskısı üzerimizde. Dizi biterse evini yakarım diyen saldırgan mesajlar da oldu tabi ama ciddiye almıyorum. Genel olarak gülüp geçerek tepki veriyorum bu tarz şeylere, ama tabi insanların sanal alemde böylesine atarlı ve saygısız olmalarına anlam veremiyorum.''
İşte bunları anlattı bana arkadaşlarım. Onlar da benim gibi biraz kırgın, biraz şaşkın, zaman zaman umursamaz... Evet zor. Tüm bu anlamsız nefrete göğüs germek, özellikle üreten insanlar için çok zor. Bana dönecek olursak... Ben ne olursa olsun gerçek hayatta ve sanal alemde kırıldığıma pişman değilim, olmayacağım... Çünkü cevizin kabuğunu kırmazsak, onun her yerini kuru kabuk sanacağımız gibi, bizler de kırılmazsak, tam anlamıyla keşfedemeyeceğiz kendimizi. Oysa ki gerçek hep kabukların ardında gizli.
Aydilge