Vantilatör

Neden kendimize odaklanmak yerine, bize kendimizi yetersiz ve güçsüz hissettiren insanların sevgisini kazanmaya odaklanırız?

Eksiliyorsun. Hızlı bir şekilde. Eğile büküle, taklalar ve parendeler atarak, kalbinden özünü çıkararak, yırtılarak... Ve sana kendini eksik hissettiren insanların sevgisini kazanmak için çırpınarak. Döngülerin en kısırını yaşayarak...Eksilmeyeyim diye sürekli karşı tarafa verip, verdikçe eksilerek. Peki neden? Neden insan, ona çöp gibi davrananların sevgisiyle sınar kendi değerini? İlk başta değerli olduğuna asıl kendi inanmadığı için olabilir mi? ''Beni seven ve kabul eden biri anca benim gibi değersiz biridir'' diye düşündüğü için mi? Tükürüldüğü ağızlara geri dönmeye çalışır insan işte böyle. O ağızların içinde rahim sıcaklığı ararken, geviş getiren dişlerle parçalanır, azaldıkça azalır. Onu yiyip bitiren nedir, düşünmek istemez; yenildikçe gidip yemek yer. Oysa dünyayı yese doymayacaktır. Doymadıkça da Allah rızası için bir kaç beğeni almak niyetiyle sosyal pazarlara çıkar. Pazarda doyuma götüren en kestirme yol ise hayalet avcılığıdır. 'Ghostbusters'' gibi değil... Bu daha çok kusur avcılığıdır. Duyar kaskını başına geçiren avcılar, her gün birilerinin açığını kollayıp, yakaladıkları anda da ruhlarının tuvaletini onun üzerine boşaltırlar. Sifonu çekmezler. Kokuyu duyan gelir, duyan gelir. Öyle bir sarhoşluk, öyle bir uyuşma... Seçilen kurban üzerinden herkes kendi gerginliğini, yetersizlik duygusunu, komplekslerini gevşetir, oh bir rahatlama yayılır foseptik kokulu sosyal çukurun içine... Kendini en aşağılık hissedenler, en çok dışkılayanlar olur. Hem duyarlı gözükmenin tatmini, hem de linç eden tarafta olmanın gücüyle bir tweet'lik doyum sağlanır. Sonrası yine açlık, yine açlık...

 

Tanıdık geliyor mu anlattıklarım sana? Aç mısın sen de? Peki ya aşk? Hani o mucizevi, görkemli, koca gövdeli aşk çözüm olur mu, o doyurur mu? Ama her ne hikmetse hep yanlış insanlar bulur seni değil mi? ''Yeterince sevilirsem kendimi değerli hissederim'' diye düşünürsün ama inatla gidip sana kendini daha çok değersiz hissettiren insanlara aşık olursun. Çünkü o ''değersizlik duygun'' da aslında yaşamaya ve beslenmeye devam etmek ister. Kanser gibi, senin içinde, sana karşı yayılmak ister. Hatta seni, kendisini besleyecek ortamlara, insanlara sürükler. Ve sen de gider, kanserini tedavi edecek kişiye değil, onu daha çok besleyecek kişiye tutulursun. Böylece alışık olduğun (aslında hapsolduğun) şemayı sürdürmenin güvenini yaşarsın. Çünkü bildiğin cehennem, bilmediğin cennetten iyidir. Tıpkı kölelik kalktığında özgürlüğüne kavuşan pek çok siyah ailenin, kendi özgürlükleriyle ne yapacaklarını bilmedikleri için, eski sahiplerine ''bizi geri alın ne olur'' diye yalvarması gibi... Tıpkı sevmediği işinden, eşinden, yurdundan daha iyisinin olabileceğine, daha iyisine layık olabileceğine ya da yenilikle baş edebileceğine inanmadığı için ayrılamayan herkes gibi...Hepimiz gibi

 

Bütün bunları niye anlatıyorum sana. Çünkü bir benzerimsin benim. Ve bazen hayat ben inatla özgürlükten kaçsam da, kafama vura vura, döve döve anlatıyor bana çıkmam gereken fasit daireyi. Bundan yıllar önce, içine gömüldüğüm bilinmezlikte, aşık olduğum adam, erkek arkadaşlarıyla beraber tatile gidiyorum deyip, sonra orda kendini çok mutlu hissedip dönmemeye karar verdiğinde, hayat güzel bir pataklamıştı beni. Bir hafta telefonuna ulaşamadığım sevgilimin başına bir şey mi geldi acaba diye ödüm koparken, onun neşeli tatil fotoğraflarını başka insanların sosyal medyasında görünce baya bir sarsılmıştım. Sarsılmak hafif kalır, sanki gün boyu roller caster'larda hapsolmuştum. Havanın aşırı sıcaklığı ile beraber bunaltı uçurumlarında dolaşmak nerdeyse günlük rutinim haline gelmişti. Nasıl olurdu? İnsan aynı yastığı paylaştığı bir insana bu acımasızlığı nasıl yapardı? Ayrılmak istiyorsa da bunu neden düzgün bir şekilde değil de hiçbir açıklamaya tenezzül etmeden telefonunu kapayarak yapardı? Aşkı bitse bile can acıtmaya nasıl kıyardı? Böyle düşünüp duruyordum işte. Hava kırk derece... Nem ve fasit dairemin içinde... Sonra mesajlar ve özürler gelmeye başladı karşıdan, ''Ayrılık söz konusu değil sadece biraz zamana ihtiyacım var'' diye. Ayrılık kararını demek ki o verecekti. Şimdilik söz konusu olmadığını bana bildiriyordu. Arafta bekleme görevi ise bana düşüyordu. Çünkü ben ''hadi ordan'' diyemiyordum. Daha iyisine layık mıydım ki? Hava sıcaklığı arttıkça artıyordu. Ya da bana öyle geliyordu. Bir vantilatöre ihtiyacım vardı, ama dışarı çıkıp alamıyordum. Kendimi cezalandırıyordum sanki. Çünkü sevilmeye layık değildim. Bana aşık oldğunu sandığım adam bile acımı, halimi, derdimi umursamıyordu. Vantilatör alsam ne fark edecekti? İçimi serinletmeye yeter miydi? Sonra dua etmeye başladım. Allahım lütfen bana bir işaret yolla, ayrılmalı mıyım, yoksa zaman mı vermeliyim? Allahın işi gücü yoktu benim ilişkimle ilgilenecekti çünkü. Öyle de salaktım. Kendime soramıyordum, neden seni bu hale sokan biriyle devam edebileceğini düşünüyorsun? Devam edersen kendine nasıl tekrar saygı duyarsın, nasıl affedersin, diyemiyordum. Çünkü tek başıma kalmak korkutuyordu. Ben de Allaha soruyordum. Nasılsa cevap vermeyecekti. Fakat o sıralar gözüme sürekli erkek arkadaşımın kıyafetleri takılıp duruyordu. Üst üste kıyafetlerini yığıp bırakırdı. Yine öyle duruyordu pek çoğu. Gördükçe boğuluyordum. O çok darlandığım anlardan birinde, bir hışımla gidip kaldırmaya başladım kıyafetleri. İki üç derken askılık sandığım siyah şeyin aslında başka bir şey olduğunu fark ettim. Kıyafetler kalktıkça ortaya çıkıyordu. Ve işte karşımda duruyordu. Vantilatör! Tam karşımda! Ah bir olsa diyip durduğum şeye çoktan sahiptim. Ama aylardır, onu askılık gibi kullanan erkek arkadaşımın kıyafetlerinin altında kaldığı için unutmuştum bir vantilatörüm olduğunu. Gözlerim doldu, inanılmaz bir neşe ve mutluluk yayıldı içime. Fişi taktım ve çalıştırdım. Hayatımdaki en büyük ferahlama anıydı... Püfür püfür... Güzel bir müzik açtım. Aylardan yazdı. Ben bahar temizliğine başladım.

 

2020 Kasım, Bavul Dergisinde yayınlanmıştır.


Yorum Yaz